Tuesday, June 3, 2014
MoMA Screens Rare Güney "The Wall"
Duvar (The Wall) 1983. France. Written and directed by Yilmaz
A band of young boys fight to survive in a Turkish prison, itself a metaphor for Turkey under the rule of the oppressive military government that had come to power in a 1971 coup. The film was shot in France by Güney, a popular leading man who had become politicized and was himself imprisoned for much of the 1970s. In French; English subtitles. 117 min.
Sunday, June 8, 2014, 5:30 p.m., Theater 2, T2
(Introduced by Erju Ackman, Turkish film scholar)
Sunday, June 22, 2014, 2:30 p.m., Theater 1, T1
"Duvar"ın Çekimi Bir Savaştı"
Yılmaz Güney'in 1983 Haziran’nında, Strasbourg kentinde sinema üzerine düzenlenen bir açık oturumda yapılan konuşmasının banttan çözümlenen bir bölümüdür.
rkadaşlar, öncelikle bugün bu toplantıyı düzenleyen ve bize bu fırsatı yaratan Strasbourg üniversite başkanı Braun’a ve buraya gelip bizi dinlemek zahmetinde bulunan arkadaşlara ve özellikle Fransız ve diğer uluslardan arkadaşlara, halkımızla gösterdikleri dayanışmadan ötürü teşekkür ederiz.
Hocam Server Tanilli, Türk sinemasıyla ilgili bir panorama çizdi ve bu panoramanın içindeki yerime değindi. Benim bunlara esas olarak ekleyebileceğim şeyler ancak özel sorunlar olabilir. Sadece şunu söylemek istiyorum: Aklımın erdiği ilk günden bu yana, yani sanata ilgi duyduğum ilk günden bu yana, sanatın halkların kurtuluşu, demokrasi mücadelesi ve insanlığın genel kurtuluşu için bir silah olduğuna inanıyorum. Ancak sanat hayatımın belli dönemlerinde, siyasal bilincimin yetmemesinden ötürü kendi hayatımda, sanatsal anlamda ve ideolojik anlamda bazı hatalar yaptım. Ancak bizim için, yani bizim ülkelerin sinemacıları için tek okul hayatın kendisidir. Hayatın içerisindeki yanılgılardan dersler çıkartarak el yordamıyla kendi doğru yolumuzu bulmaya çalıştık.
Hem benim hayatımda, hem sinemamızın hayatında önemli bir yerdir bugün vardığımız nokta. Umut ve Duvar, bu iki film arasında Yol, Düşman, Sürü benim özel sinemamda ancak Türkiye’nin yetiştirdiği bir yığın genç sinemacıyla birlikte ele aldığımız zaman, Umut’la Duvar arasındaki bütün filimlerim Türkiye’deki sosyal ve siyasal hayatın, sansürün elverdiği oranda yansımalarını içerirler.
Konuşmayı daha canlı tutabilmek için arkadaşların yönelteceği soruları cevaplayarak, konuşmamıza canlılık katmaya, konuşmalarımızı derinleştirmeye çalışacağım.
Soru: Soracağımız sorular sinemayla mı ilgili olacak, yoksa istediğimiz soruyu sorabilir miyiz?
Yılmaz Güney: Hayatın hiçbir anı ve buna bağlı olarak sanat, siyasal, sosyal hayattan kopuk değildir. Ancak, ben, bazı nedenler dolayısıyla, özellikle şu ricada bulunacağım: Siyasi polemiklere yol açabilecek, farklı görüş ayrılıklarını derinleştirecek sorulara girilmemesini özellikle rica edeceğim. Ancak sanatla siyaset arasındaki ilişki konusunda sorulacak şeyler olursa onlara cevap veririm.
Bir sinemacı, her şeyden önce, yetiştiği toplumun sosyal, siyasal koşullarıyla birlikte ele alınmalıdır. Sanat, özellikle de sinema sanatı, yoğun bir özgürlüğe ihtiyaç duyar. Bu anlamda hiçbir zaman burjuva demokrasisini bile tanımamış olan Türkiye’de, çizerinden şairine, şairinden yazarına ve sinemacısına kadar bütün sanatçılar siyasal iktidarın baskısı altında kalmışlardır. Onların yaptıklarını ancak sansürle mücadele, özgürlükleri kazanma adına verilen mücadeleyle birlikte ele aldığımız zaman, bunu diğer sinemacıların sinemalarıyla benzerlik ya da benzemezlik noktalarını açığa çıkartabiliriz.
Bizim sinemamıza baktığımız zaman, sinemamızın, sansürün olanaklarından yararlanarak bir çeşit uzlaşmalar yoluyla halkçı bir çizgi izlediği görülüyor. Türkiye’de sinema, hiçbir zaman doğrudan doğruya işçilerin sosyal ve siyasal hayatını anlatamamıştır. Halkın içinde bulunduğu açılara bütün yönleriyle ışık tutamamıştır. Ezilen Kürt ulusunun adını filmlerinde bile edememiştir.
Türk sinemasını Balkan sinemalarıyla kıyasladığımız zaman, örneğin bir Romen sinemasını, Macar sinemasını, hatta Yunan sinemasını, Bulgar sinemasını, kimi yönleriyle bizim sinemamızdan üstün olarak değerlendirmemiz gerekiyor. Çünkü bu ülkelerin gelişim süreci içerisinde, ülkeler en azından belli bir özgürlük, yaratıcı özgürlük içerisinde çalıştılar. Öte yandan, Kuzey Afrika sinemasını ele aldığımız zaman, bizim sinemamıza benzer tablolar görüyoruz. Örneğin bir Mısır’da, Yusuf Şahin kendi ülkesinin, kendi halkının acılarını filmlerken, aynı zamanda, Mısır gericiliğinin silahlarıyla karşı karşıya kalmıştır. Yine Latin Amerika ülkelerinin sinemacılarını ele aldığımız zaman, bu sinemacıların da kendi ülkelerinin sosyal gerçekliğine yaklaştıkları zaman, aynı zamanda kendi ülkelerinin faşist diktatörlüklerinin baskılarıyla karşı karşıya kaldıklarını ve ülkelerini terketmek zorunda kaldıklarını görüyoruz.
Özetle şunu söylemek isterim: Sosyal ve siyasal konuları birbirine benzeyen ülkelerin sinemaları birbirine benzerler. Çünkü sanatçı, sinemasını ya da sanatını hayatın bizzat kendisinden alır. Bu nedenle kaynağı birbirine benzeyen sinemalar, dil itibariyle belli farklılıklar gösterse de, geneli açısından birbirine benzerler.
Bugün Türkiye cezaevlerinde 170 000’in üzerinde insan yatıyor ve bu insanların en acılı kesimi siyasilerdir. Kimi askeri cezaevlerinde, kimi sivil cezaevlerinde, kimi kaplan kafesleri içindedir. Ben film yapmaya sıvandığım zaman, bu durumları anlatmayı düşündüm. Ancak, özellikle seyirci Batı seyircisi olduğu için, o hayat kesinlikle inanılmaz gelecekti, bir; ikincisi, çok özel bir konuyu anlattığımız sanılacaktı. Duvar’ın bugün karşılaştığı durum, bu kadar özel bir durum olmamakla birlikte, özel bir durum olarak niteleniyor. Deniliyor ki, çok ciddi gazetelerden biri, Le Monde veya Le Matin zannediyorum, Yol Türkiye gerçeğini anlatıyordu, ancak Duvar, Türkiye gerçeğini anlatmıyor diyor. Yani bunun özel bir sorun olduğu konusunda kuşkusu var.
Çocukları seçerken şu noktadan hareket ettim: Çocuklarına böyle davranan bir toplum, çocuklarına böylesine acı çektiren bir toplum, uluslararası planda tartışma konusu yapıldığı zaman, bu, Türkiye’nin şu gün içinde yaşadığı gerçekliğe kadar gidecektir. Ve bugün, uluslararası planda Türkiye, Türkiye’deki anti demokratik uygulamalar, insanlık dışı uygulamalar tartışılıyor. Bu film, esas itibariyle hedefine ulaşmıştır. Burada yapılması gereken şey, bütün arkadaşların, hangi görüşten olursa olsun, bu filmin yarattığı siyasi sonuçları demokrasi kavgasının bir parçası ve bir aracı haline getirmeleridir.
Duvar’ı yaparken, önüme şöyle bir hedef koydum: Bu filme giden herkesi iki saat esir alacağım dedim; rehin alacağım dedim. İki saat onları düşündürtmeyeceğim dedim. Önüme koyduğum hedef buydu. Bir kısmı filmi çok şiddetli bulacaktı, belki kendi kendisine şu soruyu sorarlar diye düşündüm: Eğer biz bu filme iki saat tahammül edemiyorsak, bu hayatı yıllarca yaşayan insanlar bu hayata nasıl tahammül ediyor?
Sürü ve Yol, kendi ülkemin toprağına ayaklarını basan, ülkemin insanlarını sınırlı özgürlük koşularında bile olsa, onları yüzleriyle, sosyal yaşantılarıyla anlatan birer filmdi. Bu anlamda, hayatın içine sinmiş şiir, ister bilincinde olalım, ister olmayalım perdeye yansıyordu. O hayat, bir yanıyla dil, bir yanıyla şiir dolu, bir yanıyla acılı, fakat insanı etkilerken tokat vurarak, Duvar’da olduğu gibi sunmuyordu. Ancak dışardaki hayat çok zordu, fakat cezaevindeki hayat daha zor ve katıdır. Bu nedenle Duvar’daki hayatın katılığı bütün şiddetiyle çarptı. İkisi arasındaki belirli farklardan biri bu.
Bir sanatçı ya da bütün sanatçılar, hiçbir zaman hayatı, hayatın sorunlarını anlatamazlar. Buna hiç kimsenin gücü yetmez. Özel olarak tek tek sanatçılar, çeşitli eserleriyle, hayatın çeşitli kesimlerini yansıtarak bir bütünlük sağlamaya çalışırlar. Bu anlamda, benim Umut’la başlayan serüvenim ve bugüne kadar yaptığım bütün filmlerim, birbirleriyle derin ilişkileri olan ve birbirlerini tamamlayan filmlerdir. Bana sorarsanız, sanatçı olarak ben, Duvar’da kendi sanatımın geliştiği bir noktayı görüyorum. Ancak, eğer Yol’la kıyaslanırsa, Yol’a göre ölçü verilirse, bunun yanlış olduğunu söylerim.
Şu bir gerçektir ki, kendi ülkesinin dışında bütün sanatçılar, o filme kendi ülkesinin damgasını vurmakta güçlük çekerler. Ancak bunu başarma görevi de onların önünde durur. Bu anlamda, çeşitli zorluklarla karşılaştığımı söylemeliyim. Ancak film çıktığına göre bu zorluklar aşılmış demektir.
Biz, ülkemizde demokrasi ve devrim kavgası verirken önümüze belli hedefler koyduk. Önümüze koyduğumuz hedeflerden biri, feodal kalıntıların kaldırılması, feodal kalıntıların tasfiyesidir. Feodal ekonominin kalıntıları var olduğu müddetçe, feodal ahlak sürecektir. Ancak feodal ekonomi tam olarak yok edilse bile onun üst yapısı, onun ahlaki yapısı çok daha uzun süre devam eder.
Bizim soruna devrimci tarzda bakmamız ile Mustafa Kemal’in sorunlara darbeci, tepeden inmeci bir biçimde bakması arasında kökten fark vardır. Biz, devrimlerin aşağıdan yukarıya doğru olacağına inanırız. Devrimle reform iki ayrı şeydir. Bu anlamda kitlelere şalvarı çıkartmak ya da fesi çıkarttırıp şapka giydirmek değil, onun sosyal ve ekonomik hayatındaki değişikliklerle şalvarı çıkartıp, fesi çıkartıp şapkayı giymesini öneririz, bu bir.
Özellikle Yol’da, bir yanıyla devlet baskısının görüntülerini gösterirken, bir yanıyla da Kürdistan’da halkın içinde bulunduğu ortaçağ karanlığının yansımalarını gösterdik. Ortaçağ karanlığı, bizim düşmanlarımızdan biridir ve biz bunu aşmak üzere önümüze koyduk.
Arkadaşlar, bugün, Duvar’ın çekimiyle ilgili çeşitli spekülasyonlar ayyuka yükseldi, bu konu bayağı tartışılıyor. Duvar’ın çekiminde temel noktaları anlatmadan, orada kullandığım yöntemi açıklamam zordur.
Fransız ekip, film hazırlıklarını yapan, yani film için gerekli bazı çalışmaları yürüten prodüksiyon ekibi, kameraman yardımcısı ve bir de Türkiyeli kameraman profesyoneldi. Diğerleri ilk defa bir filmde çalışıyorlardı.
Asistanlarım ilk defa sinema yaptılar, ilk defa film çalışmasına katıldılar. İki oyuncunun dışında, Tuncel Kurtiz ve Ayşe Emel Mesçi’nin dışında, diğer bütün oyuncularım ilk defa sinema yaptılar. Profesyonel oyuncularla çalışma tarzıyla, amatör oyuncularla çalışma tarzı birbirlerinden farklıdır. Bu nedenle ben, oyuncularımı yönetirken, onları “oynatmak” değil, yaşatmak istedim. Yani onların rol yapmalarını değil, onların bizzat filmde, yaşadıkları hayatı yaşamalarını sağladım. Bu anlamda kimi zaman sert davrandığım olmuştur. Çünkü bu filmin çekimi, sıradan bir filmin çekimi değildi; bu bir savaştı. Bu film bizim için ölüm kalım kavgasıydı; ya başaracaktık ya da o duvarın altında ezilecektik. Bu nedenle filmin içerisinde çekim sırasında olan bazı şeyler bugün abartılıyor. Tek bir şey söyleyeyim: Bütün çalışmanın içerisinden kopartılıp alınmış bir küçük parça birçokları için yargı vermeye yetiyor. Yani çocuğa üç tane böyle vurmak, işkence yapıldığı biçiminde yorumlanıyor. Onun dışında hiçbir çocuğa vurulmamıştır. Onun dışında hiç kimseye baskı kullanılmamıştır.
Bir noktayı açıklarsam herhalde yararlı olur. Türkiye dışişleri bakanı, benim sadist olduğumu, çocuklara işkence ettiğimi ve örneklerken de çocuklara televizyonda gördüğünüz çocuğa vurmamı ve çocuğun ağlamasını sağlamak için de gizlice “anası ölmüş, ondan haberi var mı?” dememi, vahşet ve sadistliğimin örneği olarak gösteriyor.
Bu hükümet, 500 insanı idam etmek için zaman kolluyor. Bugüne kadar 50’ye yakın insanı astılar. 300’e yakın insan işkencede öldürüldü. Binlerce insanı yaraladı. Halk baskı altında. Bütün bunları yapan bir hükümetin sözcüsü, benim çocuklara bir tokat vurmamdan, vahşi olduğumu ve sadist olduğumu söylüyor…
Kaynak: http://kutuphane.halkcephesi.net/Yilmaz%20Guney/index.html
Labels:
The Wall
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment