Tuesday, June 3, 2014
MoMA Screens Rare Güney "The Wall"
Duvar (The Wall) 1983. France. Written and directed by Yilmaz
A band of young boys fight to survive in a Turkish prison, itself a metaphor for Turkey under the rule of the oppressive military government that had come to power in a 1971 coup. The film was shot in France by Güney, a popular leading man who had become politicized and was himself imprisoned for much of the 1970s. In French; English subtitles. 117 min.
Sunday, June 8, 2014, 5:30 p.m., Theater 2, T2
(Introduced by Erju Ackman, Turkish film scholar)
Sunday, June 22, 2014, 2:30 p.m., Theater 1, T1
"Duvar"ın Çekimi Bir Savaştı"
Yılmaz Güney'in 1983 Haziran’nında, Strasbourg kentinde sinema üzerine düzenlenen bir açık oturumda yapılan konuşmasının banttan çözümlenen bir bölümüdür.
rkadaşlar, öncelikle bugün bu toplantıyı düzenleyen ve bize bu fırsatı yaratan Strasbourg üniversite başkanı Braun’a ve buraya gelip bizi dinlemek zahmetinde bulunan arkadaşlara ve özellikle Fransız ve diğer uluslardan arkadaşlara, halkımızla gösterdikleri dayanışmadan ötürü teşekkür ederiz.
Hocam Server Tanilli, Türk sinemasıyla ilgili bir panorama çizdi ve bu panoramanın içindeki yerime değindi. Benim bunlara esas olarak ekleyebileceğim şeyler ancak özel sorunlar olabilir. Sadece şunu söylemek istiyorum: Aklımın erdiği ilk günden bu yana, yani sanata ilgi duyduğum ilk günden bu yana, sanatın halkların kurtuluşu, demokrasi mücadelesi ve insanlığın genel kurtuluşu için bir silah olduğuna inanıyorum. Ancak sanat hayatımın belli dönemlerinde, siyasal bilincimin yetmemesinden ötürü kendi hayatımda, sanatsal anlamda ve ideolojik anlamda bazı hatalar yaptım. Ancak bizim için, yani bizim ülkelerin sinemacıları için tek okul hayatın kendisidir. Hayatın içerisindeki yanılgılardan dersler çıkartarak el yordamıyla kendi doğru yolumuzu bulmaya çalıştık.
Hem benim hayatımda, hem sinemamızın hayatında önemli bir yerdir bugün vardığımız nokta. Umut ve Duvar, bu iki film arasında Yol, Düşman, Sürü benim özel sinemamda ancak Türkiye’nin yetiştirdiği bir yığın genç sinemacıyla birlikte ele aldığımız zaman, Umut’la Duvar arasındaki bütün filimlerim Türkiye’deki sosyal ve siyasal hayatın, sansürün elverdiği oranda yansımalarını içerirler.
Konuşmayı daha canlı tutabilmek için arkadaşların yönelteceği soruları cevaplayarak, konuşmamıza canlılık katmaya, konuşmalarımızı derinleştirmeye çalışacağım.
Soru: Soracağımız sorular sinemayla mı ilgili olacak, yoksa istediğimiz soruyu sorabilir miyiz?
Yılmaz Güney: Hayatın hiçbir anı ve buna bağlı olarak sanat, siyasal, sosyal hayattan kopuk değildir. Ancak, ben, bazı nedenler dolayısıyla, özellikle şu ricada bulunacağım: Siyasi polemiklere yol açabilecek, farklı görüş ayrılıklarını derinleştirecek sorulara girilmemesini özellikle rica edeceğim. Ancak sanatla siyaset arasındaki ilişki konusunda sorulacak şeyler olursa onlara cevap veririm.
Bir sinemacı, her şeyden önce, yetiştiği toplumun sosyal, siyasal koşullarıyla birlikte ele alınmalıdır. Sanat, özellikle de sinema sanatı, yoğun bir özgürlüğe ihtiyaç duyar. Bu anlamda hiçbir zaman burjuva demokrasisini bile tanımamış olan Türkiye’de, çizerinden şairine, şairinden yazarına ve sinemacısına kadar bütün sanatçılar siyasal iktidarın baskısı altında kalmışlardır. Onların yaptıklarını ancak sansürle mücadele, özgürlükleri kazanma adına verilen mücadeleyle birlikte ele aldığımız zaman, bunu diğer sinemacıların sinemalarıyla benzerlik ya da benzemezlik noktalarını açığa çıkartabiliriz.
Bizim sinemamıza baktığımız zaman, sinemamızın, sansürün olanaklarından yararlanarak bir çeşit uzlaşmalar yoluyla halkçı bir çizgi izlediği görülüyor. Türkiye’de sinema, hiçbir zaman doğrudan doğruya işçilerin sosyal ve siyasal hayatını anlatamamıştır. Halkın içinde bulunduğu açılara bütün yönleriyle ışık tutamamıştır. Ezilen Kürt ulusunun adını filmlerinde bile edememiştir.
Türk sinemasını Balkan sinemalarıyla kıyasladığımız zaman, örneğin bir Romen sinemasını, Macar sinemasını, hatta Yunan sinemasını, Bulgar sinemasını, kimi yönleriyle bizim sinemamızdan üstün olarak değerlendirmemiz gerekiyor. Çünkü bu ülkelerin gelişim süreci içerisinde, ülkeler en azından belli bir özgürlük, yaratıcı özgürlük içerisinde çalıştılar. Öte yandan, Kuzey Afrika sinemasını ele aldığımız zaman, bizim sinemamıza benzer tablolar görüyoruz. Örneğin bir Mısır’da, Yusuf Şahin kendi ülkesinin, kendi halkının acılarını filmlerken, aynı zamanda, Mısır gericiliğinin silahlarıyla karşı karşıya kalmıştır. Yine Latin Amerika ülkelerinin sinemacılarını ele aldığımız zaman, bu sinemacıların da kendi ülkelerinin sosyal gerçekliğine yaklaştıkları zaman, aynı zamanda kendi ülkelerinin faşist diktatörlüklerinin baskılarıyla karşı karşıya kaldıklarını ve ülkelerini terketmek zorunda kaldıklarını görüyoruz.
Özetle şunu söylemek isterim: Sosyal ve siyasal konuları birbirine benzeyen ülkelerin sinemaları birbirine benzerler. Çünkü sanatçı, sinemasını ya da sanatını hayatın bizzat kendisinden alır. Bu nedenle kaynağı birbirine benzeyen sinemalar, dil itibariyle belli farklılıklar gösterse de, geneli açısından birbirine benzerler.
Bugün Türkiye cezaevlerinde 170 000’in üzerinde insan yatıyor ve bu insanların en acılı kesimi siyasilerdir. Kimi askeri cezaevlerinde, kimi sivil cezaevlerinde, kimi kaplan kafesleri içindedir. Ben film yapmaya sıvandığım zaman, bu durumları anlatmayı düşündüm. Ancak, özellikle seyirci Batı seyircisi olduğu için, o hayat kesinlikle inanılmaz gelecekti, bir; ikincisi, çok özel bir konuyu anlattığımız sanılacaktı. Duvar’ın bugün karşılaştığı durum, bu kadar özel bir durum olmamakla birlikte, özel bir durum olarak niteleniyor. Deniliyor ki, çok ciddi gazetelerden biri, Le Monde veya Le Matin zannediyorum, Yol Türkiye gerçeğini anlatıyordu, ancak Duvar, Türkiye gerçeğini anlatmıyor diyor. Yani bunun özel bir sorun olduğu konusunda kuşkusu var.
Çocukları seçerken şu noktadan hareket ettim: Çocuklarına böyle davranan bir toplum, çocuklarına böylesine acı çektiren bir toplum, uluslararası planda tartışma konusu yapıldığı zaman, bu, Türkiye’nin şu gün içinde yaşadığı gerçekliğe kadar gidecektir. Ve bugün, uluslararası planda Türkiye, Türkiye’deki anti demokratik uygulamalar, insanlık dışı uygulamalar tartışılıyor. Bu film, esas itibariyle hedefine ulaşmıştır. Burada yapılması gereken şey, bütün arkadaşların, hangi görüşten olursa olsun, bu filmin yarattığı siyasi sonuçları demokrasi kavgasının bir parçası ve bir aracı haline getirmeleridir.
Duvar’ı yaparken, önüme şöyle bir hedef koydum: Bu filme giden herkesi iki saat esir alacağım dedim; rehin alacağım dedim. İki saat onları düşündürtmeyeceğim dedim. Önüme koyduğum hedef buydu. Bir kısmı filmi çok şiddetli bulacaktı, belki kendi kendisine şu soruyu sorarlar diye düşündüm: Eğer biz bu filme iki saat tahammül edemiyorsak, bu hayatı yıllarca yaşayan insanlar bu hayata nasıl tahammül ediyor?
Sürü ve Yol, kendi ülkemin toprağına ayaklarını basan, ülkemin insanlarını sınırlı özgürlük koşularında bile olsa, onları yüzleriyle, sosyal yaşantılarıyla anlatan birer filmdi. Bu anlamda, hayatın içine sinmiş şiir, ister bilincinde olalım, ister olmayalım perdeye yansıyordu. O hayat, bir yanıyla dil, bir yanıyla şiir dolu, bir yanıyla acılı, fakat insanı etkilerken tokat vurarak, Duvar’da olduğu gibi sunmuyordu. Ancak dışardaki hayat çok zordu, fakat cezaevindeki hayat daha zor ve katıdır. Bu nedenle Duvar’daki hayatın katılığı bütün şiddetiyle çarptı. İkisi arasındaki belirli farklardan biri bu.
Bir sanatçı ya da bütün sanatçılar, hiçbir zaman hayatı, hayatın sorunlarını anlatamazlar. Buna hiç kimsenin gücü yetmez. Özel olarak tek tek sanatçılar, çeşitli eserleriyle, hayatın çeşitli kesimlerini yansıtarak bir bütünlük sağlamaya çalışırlar. Bu anlamda, benim Umut’la başlayan serüvenim ve bugüne kadar yaptığım bütün filmlerim, birbirleriyle derin ilişkileri olan ve birbirlerini tamamlayan filmlerdir. Bana sorarsanız, sanatçı olarak ben, Duvar’da kendi sanatımın geliştiği bir noktayı görüyorum. Ancak, eğer Yol’la kıyaslanırsa, Yol’a göre ölçü verilirse, bunun yanlış olduğunu söylerim.
Şu bir gerçektir ki, kendi ülkesinin dışında bütün sanatçılar, o filme kendi ülkesinin damgasını vurmakta güçlük çekerler. Ancak bunu başarma görevi de onların önünde durur. Bu anlamda, çeşitli zorluklarla karşılaştığımı söylemeliyim. Ancak film çıktığına göre bu zorluklar aşılmış demektir.
Biz, ülkemizde demokrasi ve devrim kavgası verirken önümüze belli hedefler koyduk. Önümüze koyduğumuz hedeflerden biri, feodal kalıntıların kaldırılması, feodal kalıntıların tasfiyesidir. Feodal ekonominin kalıntıları var olduğu müddetçe, feodal ahlak sürecektir. Ancak feodal ekonomi tam olarak yok edilse bile onun üst yapısı, onun ahlaki yapısı çok daha uzun süre devam eder.
Bizim soruna devrimci tarzda bakmamız ile Mustafa Kemal’in sorunlara darbeci, tepeden inmeci bir biçimde bakması arasında kökten fark vardır. Biz, devrimlerin aşağıdan yukarıya doğru olacağına inanırız. Devrimle reform iki ayrı şeydir. Bu anlamda kitlelere şalvarı çıkartmak ya da fesi çıkarttırıp şapka giydirmek değil, onun sosyal ve ekonomik hayatındaki değişikliklerle şalvarı çıkartıp, fesi çıkartıp şapkayı giymesini öneririz, bu bir.
Özellikle Yol’da, bir yanıyla devlet baskısının görüntülerini gösterirken, bir yanıyla da Kürdistan’da halkın içinde bulunduğu ortaçağ karanlığının yansımalarını gösterdik. Ortaçağ karanlığı, bizim düşmanlarımızdan biridir ve biz bunu aşmak üzere önümüze koyduk.
Arkadaşlar, bugün, Duvar’ın çekimiyle ilgili çeşitli spekülasyonlar ayyuka yükseldi, bu konu bayağı tartışılıyor. Duvar’ın çekiminde temel noktaları anlatmadan, orada kullandığım yöntemi açıklamam zordur.
Fransız ekip, film hazırlıklarını yapan, yani film için gerekli bazı çalışmaları yürüten prodüksiyon ekibi, kameraman yardımcısı ve bir de Türkiyeli kameraman profesyoneldi. Diğerleri ilk defa bir filmde çalışıyorlardı.
Asistanlarım ilk defa sinema yaptılar, ilk defa film çalışmasına katıldılar. İki oyuncunun dışında, Tuncel Kurtiz ve Ayşe Emel Mesçi’nin dışında, diğer bütün oyuncularım ilk defa sinema yaptılar. Profesyonel oyuncularla çalışma tarzıyla, amatör oyuncularla çalışma tarzı birbirlerinden farklıdır. Bu nedenle ben, oyuncularımı yönetirken, onları “oynatmak” değil, yaşatmak istedim. Yani onların rol yapmalarını değil, onların bizzat filmde, yaşadıkları hayatı yaşamalarını sağladım. Bu anlamda kimi zaman sert davrandığım olmuştur. Çünkü bu filmin çekimi, sıradan bir filmin çekimi değildi; bu bir savaştı. Bu film bizim için ölüm kalım kavgasıydı; ya başaracaktık ya da o duvarın altında ezilecektik. Bu nedenle filmin içerisinde çekim sırasında olan bazı şeyler bugün abartılıyor. Tek bir şey söyleyeyim: Bütün çalışmanın içerisinden kopartılıp alınmış bir küçük parça birçokları için yargı vermeye yetiyor. Yani çocuğa üç tane böyle vurmak, işkence yapıldığı biçiminde yorumlanıyor. Onun dışında hiçbir çocuğa vurulmamıştır. Onun dışında hiç kimseye baskı kullanılmamıştır.
Bir noktayı açıklarsam herhalde yararlı olur. Türkiye dışişleri bakanı, benim sadist olduğumu, çocuklara işkence ettiğimi ve örneklerken de çocuklara televizyonda gördüğünüz çocuğa vurmamı ve çocuğun ağlamasını sağlamak için de gizlice “anası ölmüş, ondan haberi var mı?” dememi, vahşet ve sadistliğimin örneği olarak gösteriyor.
Bu hükümet, 500 insanı idam etmek için zaman kolluyor. Bugüne kadar 50’ye yakın insanı astılar. 300’e yakın insan işkencede öldürüldü. Binlerce insanı yaraladı. Halk baskı altında. Bütün bunları yapan bir hükümetin sözcüsü, benim çocuklara bir tokat vurmamdan, vahşi olduğumu ve sadist olduğumu söylüyor…
Kaynak: http://kutuphane.halkcephesi.net/Yilmaz%20Guney/index.html
Tuesday, April 8, 2014
'Abi seni Yılmaz Güney çağırıyor'
'Abi seni Yılmaz Güney çağırıyor'
Haber: MÜGE AKGÜN - muge.akgun@radikal.com.tr
Yeşilçam denilince akla gelen ilk isimlerden birisi olan Abdurrahman Keskiner, İstanbul Film Festivali'nin cuma günü gerçekleştirilen açılış töreninde onur ödülü aldı. Keskiner ile Adana'dan başlayan yolculuğunu konuştuk.
Abdurrahman Keskiner. Umut, Yılanı Öldürseler, Muhsin Bey, Hazal gibi unutulmazların yanı sıra bugün adlarını ve sayısını tam olarak kendinin bile hatırlamadığı seksene yakın filmle Yeşilçam’ın temel taşı yapımcılarından biri. Dostluklarıyla, star keşifleriyle, film çekmek için verdiği savaşla kısacası bir dönemin Yeşilçam panoraması diyebileceğim anıları film yapılsa eminim çok ses getirir. Abdurrahman Keskiner nam-ı diğer Apo Gardaş’la 33. İstanbul Film Festivali’nden Onur Ödülü alması vesilesiyle buluştuk...
Bu yıl Yeşilçam’da ellinci yılınızı kutluyorsunuz. Adana’da yaşıyordunuz, sinemaya adım atışınız da çok ilginç anlatır mısınız biraz o günleri?
Ben çiftçiydim. Adana Osmaniye’de yaşıyorum bir gün çiftlikten geldim. Pavyondan bir garson geldi, “Abi seni Yılmaz Güney çağırıyor” dedi. Ne ben onu tanırım ne de o beni tanır. Yine de gittim, Yılmaz Güney’le Erol Taş oturuyor. “Buyrun abi hoş gelmişsiniz” dedim. Yılmaz, “Ben Arif’in arkadaşıyım” dedi.
Abiniz Arif Keskiner ne yapardı o zamanlar İstanbul’da?
Mustafa Kemal ve Tekdaş Ağaoğlu vardı onların yayınevinde çalışıyordu. Zannediyorum bir ara Yılmaz’ın işlerine de bakmış geçici olarak. Yılmaz Osmaniye’de bir film çekecekmiş, kendisine yardımcı olmamı istedi. Bu işleri hiç bilmiyoruz ama tüfek lazım, at lazım diyor, bulup getiriyoruz. 20-25 gün ‘dağların Oğlu’ filminde prodüksiyon yaptık. O arada Yılmaz’ın Adanalı işletmecilerden alacakları vardı, senetlerini, paralarını aldık geldik, Osmaniye’ye.
Film bitince ne yaptınız?
Onlar İstanbul’a biz yine çiftliğimize döndük. Bir kaç ay sonra İstanbul’a geldim, kız kardeşimde kalıyorum Okmeydanı’nda. 10-15 gün sonra artık geri dönme hazırlıkları yapıyorum Şişli Otobüs duraklarında önümde bir araba durdu, baktım Yılmaz’ın şoförü.
Film gibi... Tesadüf müydü gerçekten?
Tabii tabii, “Buraya kadar gelmişsin dedi ve aldı beni zorla Yılmaz Güney’in filmi çektiği sete götürdü. Konuştuk, “Bir yere gitmiyorsun akşam Nebahat’ı de alıp yemeğe çıkıyoruz” dedi.
O dönem Nebahat Çehre ile mi beraber?
Evet, Osmaniye’ye geldiklerinde başlamıştı. Sonra yemekte “Namuslu, doğru dürüst bir adama ihtiyacım var, İstanbul’da güvenebileceğim kimse yok, gel beraber çalışalım. Sana ayda beş yüz lira veririm. Sonra da arttırırız” dedi.
İyi para mı beş yüz lira o zamanlar?
İyi para, lisede beklemeye kaldığımda yedek öğretmenlik yapmıştım, 310 liraydı maaşım. Ablam eniştem de “Kış günü Osmaniye’ye gidip ne yapacaksın, bir çalış, baharda dönersin” dediler.
Uzun bir süre Yılmaz Güney’le mi çalıştınız?
1971 yılına kadar Yılmaz Güney’in muhasebecisi, şoförü her şeyiydim. Umumu vekâlet de vermişti. Sonra sette bir atışmamız oldu. Ben Osmaniye’ye gittim sonra döndüm filan, sonra beni yine aldı ve 1968’de Güney Filmi kurduk.
Sonra neden ayrıldınız?
Sonunu görmedim, yani çalış çalış para yok. Kumarlar oynanıyor, durmadan araba alınıp satılıyor, senetler geliyor, gidiyor falan. Bir gün Apo dedi: “Beni Fatoş’la evlendir, kumarı, içkiyi, kadını bırakıyorum, söz” dedi.
Nebahat Çehre’yle evlenmiş ve ayrılmış mıydı?
Evet, 1968’de ayrıldılar. Baktım kumar yine bitmiyor.
Nebahat Çehre’ye uyguladığı şiddet efsane gibi anlatılır…
Evet, çok dayak yedi. 1968 Nisan ayı olmalı, bir gece arabayla gelip kasten çarptı. Nebahat’in başı yarıldı, köprücük kemiği kırıldı. Dört beş gün hastanede yattı. Çok seviyordu aslında Nebahat’ı... 1982’de Cannes’da buluştuk biz Yılmaz’la üç dört saat falan oturduk. Yanımızda Fatoş da vardı. Fatoş bir ara çıkınca ‘Ya Apo Nebahat ne yapıyor, çok iyi kızdır aman ona sahip çık” dedi. Yıllar geçmiş hala Nebahat aklında...
Askerlik maceraları da çok ilginçtir değil mi?
Evet, askerliği yılan hikâyesine dönmüştü ama Adana’da Seyid Han’ı çekerken yakaladılar. Filmin işlemleri için dört ay müsaade etti askerlik şubesi. Dört ay sonra Sivas’a gitmek üzere Yılmaz’ın eline sülüsünü verdiler. İstanbul’a geldik. Seyit Han’ın montajı yapılırken üç-dört film aynı anda çektik. Bu arada tekrar Yılmaz’ı yakaladılar. Üç gün içinde tamamlanacak sahneler çekildi ve Yılmaz Sivas’a gitti. Üç aylık eğitimden sonra Elazığ’a geçti, oradan da Muş’a. Çünkü Yılmaz gibi 141-142’den ceza alıp yatanların yeri Muş’tu. Bir süre sonra da Tuncel Kurtiz geldi yedek subay öğretmen olarak.
24 ay süresince hiç film çekmedi mi?
Alay komutanıyla ilişki kurup İstanbul’da misafir filan ettik. Bize orada yarım kalmış Bir Çirkin Adam filmini tamamlamak için izin verdi. Muş’ta filmi çektik. O arada İnce Memed filmini çekeceğiz. Bu arada Lütfü Akad Antakya’ya mekân bakmaya gitti. Her şey hazırlandı Yılmaz izin için müracaat etti. 141-142’den ceza aldığı için izni Genel Kurmayın vermesi gerekiyordu. Ancak Muş’ta Yılmaz’ın izin kâğıdı yok bulunamıyor. Ankara ’dan paşa tanıdığımız bir abimiz vardı, kâğıdı bulduk. Meğer Tatvan’da tutmuşlar. Bu arada İnce Memed filminin senaryosu ret oldu. Bir kaç ay sonra Yılmaz doktora çıktı, rahatsızlığı nedeniyle Ankara’ya gitmesi gerektiği raporu verildi. 15 gün orada yattı, bu kez oradaki yüzbaşı doktorun peşine düştük. Bize iki aylık rapor ver diye, sonunda tamam dedi. Yılmaz heyete çıktı ve iki ay hava değişimi verdiler. Biz o iki ay içinde altı tane film çektik.
Bu arada aşk trafiği de hızlı galiba?
Evet, bu dönemde Yılmaz hem Fatoş ile evlenmek istiyor hem de Feri Cansel ile beraber. Yılmaz’ın ikili ilişkisi askerlik sonunda bitti. Sonra da Fatoş’la evlendi.
Umut filmi hem sizin hem de Yılmaz Güney’in filmografisinde önemli eşiklerden biri değil mi?
Evet, gerçekten de öyle. Umut’u Adana Film Festivali’ne yetiştirip ödül alıp, sonra sansüre yetiştirebilmiştik. Film ödül aldı, ardından da sansüre takıldı. Danıştay’a dava açtık. Film 3-4 ay sonra Danıştay’dan çıktı ve Cannes Film Festivali’ne müracaat ettim.
Yıl 1971, Türkiye ’den Cannes’a katılan ilk film Umut, nerden aklınıza geldi?
Okuyoruz, gazetelerde, dergilerde Cannes’da şu oldu, bu oldu, şu film ödül aldı diye duyuyoruz. Cannes’dan da kabul ettiler. Nasıl götüreceğiz ne yapacağız bilmiyoruz da. Ankara’ya gittim Kültür Bakanlığı filan yok ama İçişleri, Dışişleri, Bayındırlık gibi yedi-sekiz bakanlığa dilekçe verdim. Hiç biri de filmi götürebilirsin demedi. Arif de Cannes’e gidecekti. “Biz senin masrafını verelim 3000 lira sen filmi götür” dedik. Arif valize koydu götürdü. Film büyük sükse yaptı. Bu arada Manisa’nın kazasından bir savcı gazetelerde çıkan yasaklanma haberlerini okuyup soruşturma açıyor. 15 gün sonra mahkemeye çıktık. Bu arada Yılmaz zaten tutuklu. O da mahkemeye getirildi. Ağır cezada tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldık. Mahkeme bir kaç yıl devam etti. Sonra 16 mm çektik, ticari gayesi yoktur diyerek beraat ettik. Sonra 1971’de Ağıt’ı çektik birlikte ve ayrıldık...
Birçok yönetmen, oyuncu keşfettiniz hatırlasak mı o günleri?
Evet, mesela Hazal Ali Özgentürk’ün ilk filmidir. Yine o filmde oynayan Talat Bulut’un, Meral Çetinkaya’nın ilk filmidir. Uğur Yücel ilk kez Muhsin Bey’le Yeşilçam’a girdi, pavyonlarda ünlülerin taklidini yapan bir çocuktu. 1977’de bir arkadaşım pavyona götürdü İbrahim Tatlıses’i tanıdım, aldım İstanbul’a getirdim. Altı film mukavelem vardı dört tanesini çekti. Sonra mahkemelik olduk, ikisini çekmedi star oldu ya! Sonra 1983’te Hülya Avşar’ı buldum. Türkiye güzeli olmuştu bir reklam filminde oynuyordu. Cenajans kanalıyla Hülya Avşar’a ulaştım. Annesi babasıyla buluştuk, Kuduz filminde oynayacaktı. Anlaştık parayı da peşin verdim ev tutacak, eşya alacaklardı. Ben Varna Festivali’ne gittim, döndüm filme başlayacağız aradım, 100 bin lira daha istiyoruz, para yetmedi ne geri verebiliriz, ne de filmde oynar kızım dedi.
Ne yaptınız, başka birini mi buldunuz?
Bu arada Mahmut Kavran aradı: “Abi fuar için bir bomba arıyoruz bana birini bul”. Sana birini bulurum ama bana söz ver, kimseye bahsetmeyeceksin ve anlaşmayı, ne kadar verdiğini bana söyleyeceksin söz mü söz” dedim. Babası Celal Avşar’ın numarasını verdim, kızın kim olduğunu filan anlattım, ertesi gün hemen aramasını tembihledim. O hafta anlaştılar, çeki de verdiler babasına. Hemen beni aradılar iki gün sonra basın toplantısı yapacaklarını söylediler. Hemen kızın babasını aradım, bir bankanın şube müdürüydü. “Hayırlı olsun” dedim. “Ne hayırlı olacak dedi ve sesi kesildi”. Celal Bey dedim, “15 dakika içinde size verdiğim avans benim banka şubeme gelmezse şimdi basın açıklaması yapıp her şeyi anlatıyorum”. Yarım saatte para geldi. Biz de filmi Necla Nazır’la çektik.
Sizde keşif çok...
Pakize Suda, Nükhet Duru, Adnan Şenses, Esengül, Belkıs Akkale, Ela Altın...1968’de bir film çekiyoruz yine Yılmaz’la. Aslan Bey filminde oynayacak kız oyuncu yok. Bir gece kulübe gitmiştim. Çok güzel dans eden güzel esmer bir kız var sahnede. Aslında kızı son bir kaç aydır hep aynı yerde dans ederken görüyordum. O gece arkadaşını çağırıp sordum, ne iş yapar kimdir diye. Adı Seyyal Taner’miş, yurt dışında yaşıyormuş dönmüş, galiba orada filmlerde filan da oynamış. Ertesi gün aldım sete götürdüm.
Cannes Festivali maceranız var bir de değil mi?
Evet, Cannes’da 1982’de ve ertesi yıl üst üste stant açtım. Biz aslında Hazal’la Cannes’ın önemini anladık. Orada bizim festivallerden farklı pazarlama olayı var. Herkesin bir yeri var ama Türklere ait bir yer yok. Mehmet Soyarslan’a “Gel Cannes’da bir stant açalım” dedim. Cannes’daki ilk Türkiye standını açtık. 25 ülkeye satılan ilk film, San Sebastian Festivaline gidip birinci olan ilk BBC’ye satılan Türk filmi Hazal’dır. Manheim, İskenderiye, Kartaca, Hong Kong ne kadar festival varsa hepsine gönderdim.
Hazal’dan para kazanınca da ‘Yılanı Öldürseler’i çektiniz...
Ama o benim istediğim gibi bir film olmadı. Ali Özgentürk benim istediğim sonu, recm olayını çekmedi filme söz verdiği halde. 1981’de Stockholm’de stüdyo kiraladık, Paris’ten Abidin Dino’yu aldım getirdim, 75 bin verdim montajını yaptırdım. Zülfü Livaneli filmin müziklerini yaptı. Yurt dışında para görünce, filmim pazarlansın diye elimden geleni yaptım. Dediler ki, Warner Bross’un yüzde 30’u Ahmet Ertegün’ün Yaşar Kemal’le Abidin Dino’un da çok iyi bağlantıları var. Onlarla ayarlayabilirsen parayı kazanırsın dediler. Ama Cannes’da çok ses getirdi...
Kazandınız mı?
Yok, 22 milyon zarar ettim. Kumar oynadık, tutsaydı büyük para kazanacaktık...
Subscribe to:
Posts (Atom)