Tuesday, June 3, 2014

MoMA Screens Rare Güney "The Wall"



Duvar (The Wall) 1983. France. Written and directed by Yilmaz

A band of young boys fight to survive in a Turkish prison, itself a metaphor for Turkey under the rule of the oppressive military government that had come to power in a 1971 coup. The film was shot in France by Güney, a popular leading man who had become politicized and was himself imprisoned for much of the 1970s. In French; English subtitles. 117 min. 
 Sunday, June 8, 2014, 5:30 p.m., Theater 2, T2 
(Introduced by Erju Ackman, Turkish film scholar) 
Sunday, June 22, 2014, 2:30 p.m., Theater 1, T1


"Duvar"ın Çekimi Bir Savaştı"

Yılmaz Güney'in 1983 Ha­zi­ran’nın­da, Stras­bo­urg ken­tin­de si­ne­ma üze­ri­ne dü­zen­le­nen bir açık otu­rum­da ya­pı­lan ko­nuş­ması­nın bant­tan çö­züm­le­nen bir bö­lü­müdür.

r­ka­daş­lar, ön­ce­lik­le bu­gün bu top­lan­tı­yı dü­zen­le­yen ve bi­ze bu fır­sa­tı ya­ra­tan Stras­bo­urg üni­ver­si­te baş­ka­nı Bra­un’a ve bu­ra­ya ge­lip bi­zi din­le­mek zah­me­tin­de bu­lu­nan ar­ka­daş­la­ra ve özel­lik­le Fran­sız ve di­ğer ulus­lar­dan ar­ka­daş­la­ra, hal­kı­mız­la gös­ter­dik­le­ri da­ya­nış­ma­dan ötü­rü te­şek­kür ede­riz.

Ho­cam Server Ta­nil­li, Türk si­ne­ma­sıy­la il­gi­li bir pa­no­ra­ma çiz­di ve bu pa­no­ra­ma­nın için­de­ki ye­ri­me de­ğin­di. Be­nim bun­la­ra esas ola­rak ek­le­ye­bi­le­ce­ğim şey­ler an­cak özel so­run­lar ola­bi­lir. Sa­de­ce şu­nu söy­le­mek is­ti­yo­rum: Ak­lı­mın er­di­ği ilk gün­den bu ya­na, ya­ni sa­na­ta il­gi duy­du­ğum ilk gün­den bu ya­na, sa­na­tın halk­la­rın kur­tu­lu­şu, de­mok­ra­si mü­ca­de­le­si ve in­san­lı­ğın ge­nel kur­tu­lu­şu için bir si­lah ol­du­ğu­na ina­nı­yo­rum. An­cak sa­nat ha­ya­tı­mın bel­li dö­nem­le­rin­de, si­ya­sal bi­lin­ci­min yet­me­me­sin­den ötü­rü ken­di ha­ya­tım­da, sa­nat­sal an­lam­da ve ide­olo­jik an­lam­da ba­zı ha­ta­lar yap­tım. An­cak bi­zim için, ya­ni bi­zim ül­ke­le­rin si­ne­ma­cı­la­rı için tek okul ha­ya­tın ken­di­si­dir. Ha­ya­tın içe­ri­sin­de­ki ya­nıl­gı­lar­dan ders­ler çı­kar­ta­rak el yor­da­mıy­la ken­di doğ­ru yo­lu­mu­zu bul­ma­ya ça­lış­tık.

Hem be­nim ha­ya­tım­da, hem si­ne­ma­mı­zın ha­ya­tın­da önem­li bir yer­dir bu­gün var­dı­ğı­mız nok­ta. Umut ve Du­var, bu iki film ara­sın­da Yol, Düş­man, Sü­rü be­nim özel si­ne­mam­da an­cak Tür­ki­ye’nin ye­tiş­tir­di­ği bir yı­ğın genç si­ne­ma­cıy­la bir­lik­te ele al­dı­ğı­mız za­man, Umut’la Du­var ara­sın­da­ki bü­tün fi­lim­le­rim Tür­ki­ye’de­ki sos­yal ve si­ya­sal ha­ya­tın, san­sürün el­ver­di­ği oran­da yan­sı­ma­la­rı­nı içe­rir­ler.

Ko­nuş­ma­yı da­ha can­lı tu­ta­bil­mek için ar­ka­daş­la­rın yö­nel­te­ce­ği so­ru­la­rı ce­vap­la­ya­rak, ko­nuş­ma­mı­za can­lı­lık kat­ma­ya, ko­nuş­ma­la­rı­mı­zı de­rin­leş­tir­me­ye ça­lı­şa­ca­ğım.

Soru: Soracağımız sorular sinemayla mı ilgili olacak, yoksa istediğimiz soruyu sorabilir miyiz?

Yılmaz Güney: Ha­ya­tın hiç­bir anı ve bu­na bağ­lı ola­rak sa­nat, si­ya­sal, sos­yal ha­yat­tan ko­puk de­ğil­dir. An­cak, ben, ba­zı ne­den­ler do­la­yı­sıy­la, özel­lik­le şu ri­ca­da bu­lu­na­ca­ğım: Si­ya­si po­le­mik­le­re yol aça­bi­le­cek, fark­lı gö­rüş ay­rı­lık­la­rı­nı de­rin­leş­ti­re­cek so­ru­la­ra gi­ril­me­me­si­ni özel­lik­le ri­ca ede­ce­ğim. An­cak sa­nat­la si­ya­set ara­sın­da­ki iliş­ki ko­nu­sun­da so­ru­la­cak şey­ler olur­sa on­la­ra ce­vap ve­ri­rim.

Bir si­ne­ma­cı, her şey­den ön­ce, ye­tiş­ti­ği top­lu­mun sos­yal, si­ya­sal ko­şul­la­rıy­la bir­lik­te ele alın­ma­lı­dır. Sa­nat, özel­lik­le de si­ne­ma sa­na­tı, yo­ğun bir öz­gür­lü­ğe ih­ti­yaç du­yar. Bu an­lam­da hiç­bir za­man bur­ju­va de­mok­ra­si­si­ni bi­le ta­nı­ma­mış olan Tür­ki­ye’de, çi­ze­rin­den şa­iri­ne, şa­irin­den ya­za­rı­na ve si­ne­ma­cı­sı­na ka­dar bü­tün sa­nat­çı­lar si­ya­sal ik­ti­da­rın bas­kı­sı al­tın­da kal­mış­lar­dır. On­la­rın yap­tık­la­rı­nı an­cak san­sür­le mü­ca­de­le, öz­gür­lük­le­ri ka­zan­ma adı­na ve­ri­len mü­ca­de­ley­le bir­lik­te ele al­dı­ğı­mız za­man, bu­nu di­ğer si­ne­ma­cı­la­rın si­ne­ma­la­rıy­la ben­zer­lik ya da ben­ze­mez­lik nok­ta­la­rı­nı açı­ğa çı­kar­ta­bi­li­riz.

Bi­zim si­ne­ma­mı­za bak­tı­ğı­mız za­man, si­ne­ma­mı­zın, san­sü­rün ola­nak­la­rın­dan ya­rar­la­na­rak bir çe­şit uz­laş­ma­lar yo­luy­la halk­çı bir çiz­gi iz­le­di­ği gö­rü­lü­yor. Tür­ki­ye’de si­ne­ma, hiç­bir za­man doğ­ru­dan doğ­ru­ya iş­çi­le­rin sos­yal ve si­ya­sal ha­ya­tı­nı an­la­ta­ma­mış­tır. Hal­kın için­de bu­lun­du­ğu açı­la­ra bü­tün yön­le­riy­le ışık tu­ta­ma­mış­tır. Ezi­len Kürt ulu­su­nun adı­nı film­le­rin­de bile ede­me­miş­tir.

Türk si­ne­ma­sı­nı Bal­kan si­ne­ma­la­rıy­la kı­yas­la­dı­ğı­mız za­man, ör­ne­ğin bir Ro­men si­ne­ma­sı­nı, Ma­car si­ne­ma­sı­nı, hat­ta Yu­nan si­ne­ma­sı­nı, Bul­gar si­ne­ma­sı­nı, ki­mi yön­le­riy­le bi­zim si­ne­ma­mız­dan üs­tün ola­rak de­ğer­len­dir­me­miz ge­re­ki­yor. Çün­kü bu ül­ke­le­rin ge­li­şim sü­re­ci içe­ri­sin­de, ül­ke­ler en azın­dan bel­li bir öz­gür­lük, ya­ra­tı­cı öz­gür­lük içe­ri­sin­de ça­lış­tı­lar. Öte yan­dan, Ku­zey Af­rika si­ne­ma­sı­nı ele al­dı­ğı­mız za­man, bi­zim si­ne­ma­mı­za ben­zer tab­lo­lar gö­rü­yo­ruz. Ör­ne­ğin bir Mı­sır’da, Yu­suf Şa­hin ken­di ül­ke­si­nin, ken­di hal­kı­nın acı­la­rı­nı fi­lm­ler­ken, ay­nı za­man­da, Mı­sır ge­ri­ci­li­ği­nin si­lah­la­rıy­la kar­şı kar­şı­ya kal­mış­tır. Yi­ne La­tin Ame­ri­ka ül­ke­le­ri­nin si­ne­ma­cı­la­rı­nı ele al­dı­ğı­mız za­man, bu si­ne­ma­cı­la­rın da ken­di ül­ke­le­ri­nin sos­yal ger­çek­li­ği­ne yak­laş­tık­la­rı za­man, ay­nı za­man­da ken­di ül­ke­le­ri­nin fa­şist dik­ta­tör­lük­le­ri­nin bas­kı­la­rıy­la kar­şı kar­şı­ya kal­dık­la­rı­nı ve ül­ke­le­ri­ni ter­ket­mek zo­run­da kal­dık­la­rı­nı gö­rü­yo­ruz.

Özet­le şu­nu söy­le­mek is­te­rim: Sos­yal ve si­ya­sal ko­nu­la­rı bir­bi­ri­ne ben­ze­yen ül­ke­le­rin si­ne­ma­la­rı bir­bi­ri­ne ben­zer­ler. Çün­kü sa­nat­çı, si­ne­ma­sı­nı ya da sa­na­tı­nı ha­ya­tın biz­zat ken­di­sin­den alır. Bu ne­den­le kay­na­ğı bir­bi­ri­ne ben­ze­yen si­ne­ma­lar, dil iti­ba­riy­le bel­li fark­lı­lık­lar gös­ter­se de, ge­ne­li açı­sın­dan bir­bi­ri­ne ben­zer­ler.

Bu­gün Tür­ki­ye ce­za­ev­le­rin­de 170 000’in üze­rin­de in­san ya­tı­yor ve bu in­san­la­rın en acı­lı ke­si­mi si­ya­si­ler­dir. Ki­mi as­ke­ri ce­za­ev­le­rin­de, ki­mi si­vil ce­za­ev­le­rin­de, ki­mi kap­lan ka­fes­le­ri için­de­dir. Ben fi­lm yap­ma­ya sı­van­dı­ğım za­man, bu du­rum­la­rı an­lat­ma­yı dü­şün­düm. An­cak, özel­lik­le se­yir­ci Ba­tı se­yir­ci­si ol­du­ğu için, o ha­yat ke­sin­lik­le ina­nıl­maz ge­le­cek­ti, bir; ikin­ci­si, çok özel bir ko­nu­yu an­lat­tı­ğı­mız sa­nı­la­cak­tı. Du­var’ın bu­gün kar­şı­laş­tı­ğı du­rum, bu ka­dar özel bir du­rum ol­ma­mak­la bir­lik­te, özel bir du­rum ola­rak ni­te­le­ni­yor. De­ni­li­yor ki, çok cid­di ga­ze­te­ler­den bi­ri, Le Mon­de ve­ya Le Ma­tin zan­ne­di­yo­rum, Yol Tür­ki­ye ger­çe­ği­ni an­la­tı­yor­du, an­cak Du­var, Tür­ki­ye ger­çe­ği­ni an­lat­mı­yor di­yor. Ya­ni bu­nun özel bir so­run ol­du­ğu ko­nu­sun­da kuş­ku­su var.

Ço­cuk­la­rı se­çer­ken şu nok­ta­dan ha­re­ket et­tim: Ço­cuk­la­rı­na böy­le dav­ra­nan bir top­lum, ço­cuk­la­rı­na böy­le­si­ne acı çek­ti­ren bir top­lum, ulus­la­ra­ra­sı plan­da tar­tış­ma ko­nu­su ya­pıl­dı­ğı za­man, bu, Tür­ki­ye’nin şu gün için­de ya­şa­dı­ğı ger­çek­li­ğe ka­dar gi­de­cek­tir. Ve bu­gün, ulus­la­ra­ra­sı plan­da Tür­ki­ye, Tür­ki­ye’de­ki an­ti de­mok­ra­tik uy­gu­la­ma­lar, in­san­lık dı­şı uy­gu­la­ma­la­r tar­tı­şı­lı­yor. Bu film, esas iti­ba­riy­le he­de­fi­ne ulaş­mış­tır. Bu­ra­da ya­pıl­ma­sı ge­re­ken şey, bü­tün ar­ka­daş­la­rın, han­gi gö­rüş­ten olur­sa ol­sun, bu fil­min ya­rat­tı­ğı si­ya­si so­nuç­la­rı de­mok­ra­si kav­ga­sı­nın bir par­ça­sı ve bir ara­cı ha­li­ne ge­tir­me­le­ri­dir.

Du­var’ı ya­par­ken, önü­me şöy­le bir he­def koy­dum: Bu fil­me gi­den her­ke­si iki sa­at esir ala­ca­ğım de­dim; re­hin ala­ca­ğım de­dim. İki sa­at on­la­rı dü­şün­dürt­me­ye­ce­ğim de­dim. Önü­me koy­du­ğum he­def buy­du. Bir kıs­mı fil­mi çok şid­det­li bu­la­cak­tı, bel­ki ken­di ken­di­si­ne şu so­ru­yu so­rar­lar di­ye dü­şün­düm: Eğer biz bu fil­me iki sa­at ta­ham­mül ede­mi­yor­sak, bu ha­ya­tı yıl­lar­ca ya­şa­yan in­san­lar bu ha­ya­ta na­sıl ta­ham­mül edi­yor?

Sü­rü ve Yol, ken­di ül­ke­min top­ra­ğı­na ayak­la­rı­nı ba­san, ül­ke­min in­san­la­rı­nı sı­nır­lı öz­gür­lük ko­şu­la­rın­da bi­le ol­sa, on­la­rı yüz­le­riy­le, sos­yal ya­şan­tı­la­rıy­la an­la­tan bi­rer film­di. Bu an­lam­da, ha­ya­tın içi­ne sin­miş şi­ir, is­ter bi­lin­cin­de ola­lım, is­ter ol­ma­ya­lım per­de­ye yan­sı­yor­du. O ha­yat, bir ya­nıy­la dil, bir ya­nıy­la şi­ir do­lu, bir ya­nıy­la acı­lı, fa­kat in­sa­nı et­ki­ler­ken to­kat vu­ra­rak, Du­var’da ol­du­ğu gi­bi sun­mu­yor­du. An­cak dı­şar­da­ki ha­yat çok zor­du, fa­kat ce­za­evin­de­ki ha­yat da­ha zor ve ka­tı­dır. Bu ne­den­le Du­var’da­ki ha­ya­tın ka­tıl­ı­ğı bü­tün şid­de­tiy­le çarp­tı. İki­si ara­sın­da­ki be­lir­li fark­lar­dan bi­ri bu.

Bir sa­nat­çı ya da bü­tün sa­nat­çı­lar, hiç­bir za­man ha­ya­tı, ha­ya­tın so­run­la­rı­nı an­la­ta­maz­lar. Bu­na hiç kim­se­nin gü­cü yet­mez. Özel ola­rak tek tek sa­nat­çı­lar, çe­şit­li eser­le­riy­le, ha­ya­tın çe­şit­li ke­sim­le­ri­ni yan­sı­ta­rak bir bü­tün­lük sağ­la­ma­ya ça­lı­şır­lar. Bu an­lam­da, be­nim Umut’la baş­la­yan se­rü­ve­nim ve bu­gü­ne ka­dar yap­tı­ğım bü­tün film­le­rim, bir­bir­le­riy­le de­rin iliş­ki­le­ri olan ve bir­bir­le­ri­ni ta­mam­la­yan film­ler­dir. Ba­na so­rar­sa­nız, sa­nat­çı ola­rak ben, Du­var’da ken­di sa­na­tı­mın ge­liş­ti­ği bir nok­ta­yı gö­rü­yo­rum. An­cak, eğer Yol’la kı­yas­la­nır­sa, Yol’a gö­re öl­çü ve­ri­lir­se, bu­nun yan­lış ol­du­ğu­nu söy­le­rim.

Şu bir ger­çek­tir ki, ken­di ül­ke­si­nin dı­şın­da bü­tün sa­nat­çı­lar, o fil­me ken­di ül­ke­si­nin dam­ga­sı­nı vur­mak­ta güç­lük çe­ker­ler. An­cak bu­nu ba­şar­ma gö­re­vi de on­la­rın önün­de du­rur. Bu an­lam­da, çe­şit­li zor­luk­lar­la kar­şı­laş­tı­ğı­mı söy­le­me­li­yim. An­cak film çık­tı­ğı­na gö­re bu zor­luk­lar aşıl­mış de­mek­tir.

Biz, ül­ke­miz­de de­mok­ra­si ve dev­rim kav­ga­sı ve­rir­ken önü­mü­ze bel­li he­def­ler koy­duk. Önü­mü­ze koy­du­ğu­muz he­def­ler­den bi­ri, fe­odal ka­lın­tı­la­rın kal­dı­rıl­ma­sı, fe­odal ka­lın­tı­la­rın tas­fi­ye­si­dir. Fe­odal eko­no­mi­nin ka­lın­tı­la­rı var ol­du­ğu müd­det­çe, fe­odal ah­lak sü­re­cek­tir. An­cak fe­odal eko­no­mi tam ola­rak yok edil­se bi­le onun üst ya­pı­sı, onun ah­la­ki ya­pı­sı çok da­ha uzun sü­re de­vam eder.

Bi­zim so­ru­na dev­rim­ci tarz­da bak­ma­mız ile Mus­ta­fa Ke­mal’in so­run­la­ra dar­be­ci, te­pe­den in­me­ci bir bi­çim­de bak­ma­sı ara­sın­da kök­ten fark var­dır. Biz, dev­rim­le­rin aşa­ğı­dan yu­ka­rı­ya doğ­ru ola­ca­ğı­na ina­nı­rız. Dev­rim­le re­form iki ay­rı şey­dir. Bu an­lam­da kit­le­le­re şal­va­rı çı­kart­mak ya da fe­si çı­kart­tı­rıp şap­ka giy­dir­mek de­ğil, onun sos­yal ve eko­no­mik ha­ya­tın­da­ki de­ği­şik­lik­ler­le şal­va­rı çı­kar­tıp, fe­si çı­kar­tıp şap­ka­yı giy­me­si­ni öne­ri­riz, bu bir.

Özel­lik­le Yol’da, bir ya­nıy­la dev­let bas­kı­sı­nın gö­rün­tü­le­ri­ni gös­te­rir­ken, bir ya­nıy­la da Kür­dis­tan’da hal­kın için­de bu­lun­du­ğu or­ta­çağ ka­ran­lı­ğı­nın yan­sı­ma­la­rı­nı gös­ter­dik. Or­ta­çağ ka­ran­lı­ğı, bi­zim düş­man­la­rı­mız­dan bi­ri­dir ve biz bu­nu aş­mak üze­re önü­mü­ze koy­duk.

Ar­ka­daş­lar, bu­gün, Du­var’ın çe­ki­miy­le il­gi­li çe­şit­li spe­kü­las­yon­lar ay­yu­ka yük­sel­di, bu ko­nu ba­ya­ğı tar­tı­şı­lı­yor. Du­var’ın çe­ki­min­de te­mel nok­ta­la­rı an­lat­ma­dan, ora­da­ kul­lan­dı­ğım yön­te­mi açık­la­mam zor­dur.

Fran­sız ekip, film ha­zır­lık­la­rı­nı ya­pan, ya­ni film için ge­rek­li ba­zı ça­lış­ma­la­rı yü­rü­ten pro­dük­si­yon eki­bi, ka­me­ra­man yar­dım­cı­sı ve bir de Tür­ki­yeli ka­me­ra­man pro­fes­yo­nel­di. Di­ğer­le­ri ilk de­fa bir film­de ça­lı­şı­yor­lar­dı.

Asis­tan­la­rım ilk de­fa si­ne­ma yap­tı­lar, ilk de­fa film ça­lış­ma­sı­na ka­tıl­dı­lar. İki oyun­cu­nun dı­şın­da, Tun­cel Kur­tiz ve Ay­şe Emel Mes­çi’nin dı­şın­da, di­ğer bü­tün oyun­cu­la­rım ilk de­fa si­ne­ma yap­tı­lar. Pro­fes­yo­nel oyun­cu­lar­la ça­lış­ma tar­zıy­la, ama­tör oyun­cu­lar­la ça­lış­ma tar­zı bir­bir­le­rin­den fark­lı­dır. Bu ne­den­le ben, oyun­cu­la­rı­mı yö­ne­tir­ken, on­la­rı “oy­nat­mak” de­ğil, ya­şat­mak is­te­dim. Ya­ni on­la­rın rol yap­ma­la­rı­nı de­ğil, on­la­rın biz­zat film­de, ya­şa­dık­la­rı ha­ya­tı ya­şa­ma­la­rı­nı sağ­la­dım. Bu an­lam­da ki­mi za­man sert dav­ran­dı­ğım ol­muş­tur. Çün­kü bu fil­min çe­ki­mi, sı­ra­dan bir fil­min çe­ki­mi de­ğil­di; bu bir sa­vaş­tı. Bu film bi­zim için ölüm ka­lım kav­ga­sıy­dı; ya ba­şa­ra­cak­tık ya da o du­va­rın al­tın­da ezi­le­cek­tik. Bu ne­den­le fil­min içe­ri­sin­de çe­kim sı­ra­sın­da olan ba­zı şey­ler bu­gün abar­tı­lı­yor. Tek bir şey söy­le­ye­yim: Bü­tün ça­lış­ma­nın içe­ri­sin­den ko­par­tı­lıp alın­mış bir kü­çük par­ça bir­çok­la­rı için yar­gı ver­me­ye ye­ti­yor. Ya­ni ço­cu­ğa üç ta­ne böy­le vur­mak, iş­ken­ce ya­pıl­dı­ğı bi­çi­min­de yo­rum­la­nı­yor. Onun dı­şın­da hiç­bir ço­cu­ğa vu­rul­ma­mış­tır. Onun dı­şın­da hiç kim­se­ye bas­kı kul­la­nıl­ma­mış­tır.

Bir nok­ta­yı açık­lar­sam her­hal­de ya­rar­lı olur. Tür­ki­ye dı­şiş­le­ri ba­ka­nı, be­nim sa­dist ol­du­ğu­mu, ço­cuk­la­ra iş­ken­ce et­ti­ği­mi ve ör­nek­ler­ken de ço­cuk­la­ra te­le­viz­yon­da gör­dü­ğü­nüz ço­cu­ğa vur­ma­mı ve ço­cu­ğun ağ­la­ma­sı­nı sağ­la­mak için de giz­li­ce “ana­sı öl­müş, on­dan ha­be­ri var mı?” de­me­mi, vah­şet ve sa­dist­li­ği­min ör­ne­ği ola­rak gös­te­ri­yor.

Bu hü­kü­met, 500 in­sa­nı idam et­mek için za­man kol­lu­yor. Bu­gü­ne ka­dar 50’ye ya­kın in­sa­nı as­tı­lar. 300’e ya­kın in­san iş­ken­ce­de öl­dü­rül­dü. Bin­ler­ce in­sanı yaraladı. Halk baskı altında. Bütün bunları yapan bir hükümetin söz­cüsü, benim çocuk­lara bir tokat vur­mam­dan, vah­şi ol­duğumu ve sadist ol­duğumu söy­lüyor…


Kaynak: http://kutuphane.halkcephesi.net/Yilmaz%20Guney/index.html

Tuesday, April 8, 2014

'Abi seni Yılmaz Güney çağırıyor'


'Abi seni Yılmaz Güney çağırıyor'
Haber: MÜGE AKGÜN - muge.akgun@radikal.com.tr

Yeşilçam denilince akla gelen ilk isimlerden birisi olan Abdurrahman Keskiner, İstanbul Film Festivali'nin cuma günü gerçekleştirilen açılış töreninde onur ödülü aldı. Keskiner ile Adana'dan başlayan yolculuğunu konuştuk.


Abdurrahman Keskiner. Umut, Yılanı Öldürseler, Muhsin Bey, Hazal gibi unutulmazların yanı sıra bugün adlarını ve sayısını tam olarak kendinin bile hatırlamadığı seksene yakın filmle Yeşilçam’ın temel taşı yapımcılarından biri. Dostluklarıyla, star keşifleriyle, film çekmek için verdiği savaşla kısacası bir dönemin Yeşilçam panoraması diyebileceğim anıları film yapılsa eminim çok ses getirir. Abdurrahman Keskiner nam-ı diğer Apo Gardaş’la 33. İstanbul Film Festivali’nden Onur Ödülü alması vesilesiyle buluştuk...


Bu yıl Yeşilçam’da ellinci yılınızı kutluyorsunuz. Adana’da yaşıyordunuz, sinemaya adım atışınız da çok ilginç anlatır mısınız biraz o günleri?
Ben çiftçiydim. Adana Osmaniye’de yaşıyorum bir gün çiftlikten geldim. Pavyondan bir garson geldi, “Abi seni Yılmaz Güney çağırıyor” dedi. Ne ben onu tanırım ne de o beni tanır. Yine de gittim, Yılmaz Güney’le Erol Taş oturuyor. “Buyrun abi hoş gelmişsiniz” dedim. Yılmaz, “Ben Arif’in arkadaşıyım” dedi. 

Abiniz Arif Keskiner ne yapardı o zamanlar İstanbul’da?
Mustafa Kemal ve Tekdaş Ağaoğlu vardı onların yayınevinde çalışıyordu. Zannediyorum bir ara Yılmaz’ın işlerine de bakmış geçici olarak. Yılmaz Osmaniye’de bir film çekecekmiş, kendisine yardımcı olmamı istedi. Bu işleri hiç bilmiyoruz ama tüfek lazım, at lazım diyor, bulup getiriyoruz. 20-25 gün ‘dağların Oğlu’ filminde prodüksiyon yaptık. O arada Yılmaz’ın Adanalı işletmecilerden alacakları vardı, senetlerini, paralarını aldık geldik, Osmaniye’ye.

Film bitince ne yaptınız?
Onlar İstanbul’a biz yine çiftliğimize döndük. Bir kaç ay sonra İstanbul’a geldim, kız kardeşimde kalıyorum Okmeydanı’nda. 10-15 gün sonra artık geri dönme hazırlıkları yapıyorum Şişli Otobüs duraklarında önümde bir araba durdu, baktım Yılmaz’ın şoförü. 

Film gibi... Tesadüf müydü gerçekten?
Tabii tabii, “Buraya kadar gelmişsin dedi ve aldı beni zorla Yılmaz Güney’in filmi çektiği sete götürdü. Konuştuk, “Bir yere gitmiyorsun akşam Nebahat’ı de alıp yemeğe çıkıyoruz” dedi. 

O dönem Nebahat Çehre ile mi beraber?
Evet, Osmaniye’ye geldiklerinde başlamıştı. Sonra yemekte “Namuslu, doğru dürüst bir adama ihtiyacım var, İstanbul’da güvenebileceğim kimse yok, gel beraber çalışalım. Sana ayda beş yüz lira veririm. Sonra da arttırırız” dedi.

İyi para mı beş yüz lira o zamanlar?
İyi para, lisede beklemeye kaldığımda yedek öğretmenlik yapmıştım, 310 liraydı maaşım. Ablam eniştem de “Kış günü Osmaniye’ye gidip ne yapacaksın, bir çalış, baharda dönersin” dediler. 

Uzun bir süre Yılmaz Güney’le mi çalıştınız?
1971 yılına kadar Yılmaz Güney’in muhasebecisi, şoförü her şeyiydim. Umumu vekâlet de vermişti. Sonra sette bir atışmamız oldu. Ben Osmaniye’ye gittim sonra döndüm filan, sonra beni yine aldı ve 1968’de Güney Filmi kurduk.

Sonra neden ayrıldınız?
Sonunu görmedim, yani çalış çalış para yok. Kumarlar oynanıyor, durmadan araba alınıp satılıyor, senetler geliyor, gidiyor falan. Bir gün Apo dedi: “Beni Fatoş’la evlendir, kumarı, içkiyi, kadını bırakıyorum, söz” dedi.

Nebahat Çehre’yle evlenmiş ve ayrılmış mıydı?
Evet, 1968’de ayrıldılar. Baktım kumar yine bitmiyor. 

Nebahat Çehre’ye uyguladığı şiddet efsane gibi anlatılır…
Evet, çok dayak yedi. 1968 Nisan ayı olmalı, bir gece arabayla gelip kasten çarptı. Nebahat’in başı yarıldı, köprücük kemiği kırıldı. Dört beş gün hastanede yattı. Çok seviyordu aslında Nebahat’ı... 1982’de Cannes’da buluştuk biz Yılmaz’la üç dört saat falan oturduk. Yanımızda Fatoş da vardı. Fatoş bir ara çıkınca ‘Ya Apo Nebahat ne yapıyor, çok iyi kızdır aman ona sahip çık” dedi. Yıllar geçmiş hala Nebahat aklında...

Askerlik maceraları da çok ilginçtir değil mi?
Evet, askerliği yılan hikâyesine dönmüştü ama Adana’da Seyid Han’ı çekerken yakaladılar. Filmin işlemleri için dört ay müsaade etti askerlik şubesi. Dört ay sonra Sivas’a gitmek üzere Yılmaz’ın eline sülüsünü verdiler. İstanbul’a geldik. Seyit Han’ın montajı yapılırken üç-dört film aynı anda çektik. Bu arada tekrar Yılmaz’ı yakaladılar. Üç gün içinde tamamlanacak sahneler çekildi ve Yılmaz Sivas’a gitti. Üç aylık eğitimden sonra Elazığ’a geçti, oradan da Muş’a. Çünkü Yılmaz gibi 141-142’den ceza alıp yatanların yeri Muş’tu. Bir süre sonra da Tuncel Kurtiz geldi yedek subay öğretmen olarak.

24 ay süresince hiç film çekmedi mi?
Alay komutanıyla ilişki kurup İstanbul’da misafir filan ettik. Bize orada yarım kalmış Bir Çirkin Adam filmini tamamlamak için izin verdi. Muş’ta filmi çektik. O arada İnce Memed filmini çekeceğiz. Bu arada Lütfü Akad Antakya’ya mekân bakmaya gitti. Her şey hazırlandı Yılmaz izin için müracaat etti. 141-142’den ceza aldığı için izni Genel Kurmayın vermesi gerekiyordu.  Ancak Muş’ta Yılmaz’ın izin kâğıdı yok bulunamıyor. Ankara ’dan paşa tanıdığımız bir abimiz vardı, kâğıdı bulduk. Meğer Tatvan’da tutmuşlar. Bu arada İnce Memed filminin senaryosu ret oldu. Bir kaç ay sonra Yılmaz doktora çıktı, rahatsızlığı nedeniyle Ankara’ya gitmesi gerektiği raporu verildi. 15 gün orada yattı, bu kez oradaki yüzbaşı doktorun peşine düştük. Bize iki aylık rapor ver diye, sonunda tamam dedi. Yılmaz heyete çıktı ve iki ay hava değişimi verdiler. Biz o iki ay içinde altı tane film çektik. 

Bu arada aşk trafiği de hızlı galiba?
Evet, bu dönemde Yılmaz hem Fatoş ile evlenmek istiyor hem de Feri Cansel ile beraber. Yılmaz’ın ikili ilişkisi askerlik sonunda bitti. Sonra da Fatoş’la evlendi.

Umut filmi hem sizin hem de Yılmaz Güney’in filmografisinde önemli eşiklerden biri değil mi?
Evet, gerçekten de öyle. Umut’u Adana Film Festivali’ne yetiştirip ödül alıp, sonra sansüre yetiştirebilmiştik. Film ödül aldı, ardından da sansüre takıldı. Danıştay’a dava açtık. Film 3-4 ay sonra Danıştay’dan çıktı ve Cannes Film Festivali’ne müracaat ettim. 

Yıl 1971, Türkiye ’den Cannes’a katılan ilk film Umut, nerden aklınıza geldi?
Okuyoruz, gazetelerde, dergilerde Cannes’da şu oldu, bu oldu, şu film ödül aldı diye duyuyoruz. Cannes’dan da kabul ettiler. Nasıl götüreceğiz ne yapacağız bilmiyoruz da. Ankara’ya gittim Kültür Bakanlığı filan yok ama İçişleri, Dışişleri, Bayındırlık gibi yedi-sekiz bakanlığa dilekçe verdim. Hiç biri de filmi götürebilirsin demedi. Arif de Cannes’e gidecekti. “Biz senin masrafını verelim 3000 lira sen filmi götür” dedik. Arif valize koydu götürdü. Film büyük sükse yaptı. Bu arada Manisa’nın kazasından bir savcı gazetelerde çıkan yasaklanma haberlerini okuyup soruşturma açıyor. 15 gün sonra mahkemeye çıktık. Bu arada Yılmaz zaten tutuklu. O da mahkemeye getirildi. Ağır cezada tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldık. Mahkeme bir kaç yıl devam etti. Sonra 16 mm çektik, ticari gayesi yoktur diyerek beraat ettik. Sonra 1971’de Ağıt’ı çektik birlikte ve ayrıldık...

Birçok yönetmen, oyuncu keşfettiniz hatırlasak mı o günleri?
Evet, mesela Hazal Ali Özgentürk’ün ilk filmidir. Yine o filmde oynayan Talat Bulut’un, Meral Çetinkaya’nın ilk filmidir. Uğur Yücel ilk kez Muhsin Bey’le Yeşilçam’a girdi, pavyonlarda ünlülerin taklidini yapan bir çocuktu. 1977’de bir arkadaşım pavyona götürdü İbrahim Tatlıses’i tanıdım, aldım İstanbul’a getirdim. Altı film mukavelem vardı dört tanesini çekti. Sonra mahkemelik olduk, ikisini çekmedi star oldu ya! Sonra 1983’te Hülya Avşar’ı buldum. Türkiye güzeli olmuştu bir reklam filminde oynuyordu. Cenajans kanalıyla Hülya Avşar’a ulaştım. Annesi babasıyla buluştuk, Kuduz filminde oynayacaktı.  Anlaştık parayı da peşin verdim ev tutacak, eşya alacaklardı. Ben Varna Festivali’ne gittim, döndüm filme başlayacağız aradım, 100 bin lira daha istiyoruz, para yetmedi ne geri verebiliriz, ne de filmde oynar kızım dedi.

Ne yaptınız, başka birini mi buldunuz?
Bu arada Mahmut Kavran aradı: “Abi fuar için bir bomba arıyoruz bana birini bul”. Sana birini bulurum ama bana söz ver, kimseye bahsetmeyeceksin ve anlaşmayı, ne kadar verdiğini bana söyleyeceksin söz mü söz” dedim. Babası Celal Avşar’ın numarasını verdim, kızın kim olduğunu filan anlattım, ertesi gün hemen aramasını tembihledim. O hafta anlaştılar, çeki de verdiler babasına. Hemen beni aradılar iki gün sonra basın toplantısı yapacaklarını söylediler. Hemen kızın babasını aradım, bir bankanın şube müdürüydü. “Hayırlı olsun” dedim. “Ne hayırlı olacak dedi ve sesi kesildi”. Celal Bey dedim, “15 dakika içinde size verdiğim avans benim banka şubeme gelmezse şimdi basın açıklaması yapıp her şeyi anlatıyorum”. Yarım saatte para geldi. Biz de filmi Necla Nazır’la çektik. 

Sizde keşif çok...
Pakize Suda, Nükhet Duru, Adnan Şenses, Esengül, Belkıs Akkale, Ela Altın...1968’de bir film çekiyoruz yine Yılmaz’la. Aslan Bey filminde oynayacak kız oyuncu yok. Bir gece kulübe gitmiştim. Çok güzel dans eden güzel esmer bir kız var sahnede. Aslında kızı son bir kaç aydır hep aynı yerde dans ederken görüyordum. O gece arkadaşını çağırıp sordum, ne iş yapar kimdir diye. Adı Seyyal Taner’miş, yurt dışında yaşıyormuş dönmüş, galiba orada filmlerde filan da oynamış. Ertesi gün aldım sete götürdüm.

Cannes Festivali maceranız var bir de değil mi?
Evet, Cannes’da 1982’de ve ertesi yıl üst üste stant açtım. Biz aslında Hazal’la Cannes’ın önemini anladık. Orada bizim festivallerden farklı pazarlama olayı var. Herkesin bir yeri var ama Türklere ait bir yer yok. Mehmet Soyarslan’a “Gel Cannes’da bir stant açalım” dedim. Cannes’daki ilk Türkiye standını açtık. 25 ülkeye satılan ilk film, San Sebastian Festivaline gidip birinci olan ilk BBC’ye satılan Türk filmi Hazal’dır. Manheim, İskenderiye, Kartaca, Hong Kong ne kadar festival varsa hepsine gönderdim. 

Hazal’dan para kazanınca da ‘Yılanı Öldürseler’i çektiniz...
Ama o benim istediğim gibi bir film olmadı. Ali Özgentürk benim istediğim sonu, recm olayını çekmedi filme söz verdiği halde. 1981’de Stockholm’de stüdyo kiraladık, Paris’ten Abidin Dino’yu aldım getirdim, 75 bin verdim montajını yaptırdım. Zülfü Livaneli filmin müziklerini yaptı. Yurt dışında para görünce, filmim pazarlansın diye elimden geleni yaptım. Dediler ki, Warner Bross’un yüzde 30’u Ahmet Ertegün’ün Yaşar Kemal’le Abidin Dino’un da çok iyi bağlantıları var. Onlarla ayarlayabilirsen parayı kazanırsın dediler. Ama Cannes’da çok ses getirdi...

Kazandınız mı?
Yok, 22 milyon zarar ettim. Kumar oynadık, tutsaydı büyük para kazanacaktık...